“Sevgili Tanrım,
Yetti artık, dedi Shug. Topla eşyalarını. Benimle birlikte
Tennessee’ye geliyorsun.
Ama kafamı toparlayamıyorum ki.
Babam linç edilmiş. Annem delirmiş. Küçük üvey kardeşlerim akrabam bile değilmiş. Çocuklarım kardeşlerim değilmiş. Babam babam değilmiş.
Tanrım, sen uyuyorsun galiba.”
Alice Walker’ın “The Color Purple” ismiyle 1982 yılında yayımlanmış olan romanından biraz bahsetmek istiyorum. Walker, bu romanı yayınladıktan sonra 1983 yılında Pulitzer Ödülü’ne layık görülmüş, romanı hem Broadway müzikaline adapte edilmiş hem de ’85 yılında yönetmenliğini Steven Spielberg’ün yaptığı bir filme konu olmuştur. Her ne kadar Walker, kadın hakları alanında bir aktivist olarak anılsa da “Renklerden Moru” aynı zamanda kuir kitaplar arasında sayılabilecek niteliktedir.
Toplumsal yaşamın en alt basamağından…
“ Sen kendini ne sanıyorsun… Baksana şu haline.. Siyahsın, fakirsin, çirkinsin, kadınsın. Kahrolası.. Sen bir hiçsin.”
Kitap aslında mektuplaşmalar şeklinde ilerliyor, önceleri başkarakterimiz Celie’nin sesini kimseye duyuramadığı zamanlarda tanrıya yazdığı mektuplardan, sonraları ise kız kardeşi Nettie ile mektuplaşmalarından okuyoruz tüm olan biteni.
İnsanlık tarihine kara leke olarak yazılabilecek her türlü suç var bu hikâyenin içinde; köleliğin türlü biçimleri, çocuk yaşta evlendirilme, tecavüz, kadına yönelik şiddet, ırkçılık, sömürgecilik… Ancak hepsinin ortak noktası toplumsal bir erkten kaynağını alan bir gücü eline alanın, güçsüz gördüğünü ezmesi. Ve bunların hepsi, neyin içine düştüğünü anlamlandıramayan bir kız çocuğunun gözleriyle anlatılıyor. Daha ilk sayfadan Celie’nin uğradığı istismar, kendi ağzından tanrıya yazdığı mektup ile tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. Kendisine yapılan her şeye karşılık hayatta kalmasını başaran bu çocuk, etrafında birleşen, halden anlayan, insanlarla birlikte büyüyor, gözlerini açıyor ve ayağa kalkıyor. Bir başka şekilde ifade edersek, Celie, elindeki koşulların kötülüğüne aldırmadan kendi ailesini sabırla biriktiriyor ve bu esnada dünyaya inat kendi sesini de kazanıyor.
“Toprak dile geldi ve dedi ki, bana yapacağın her şey sana yapıldı bile.”
Anlatıya ortak olan dünyanın insanları ne kadar acı çekmiş olsalar da hepsi renkli karakterler aslında ve her şeye rağmen birbirlerine destek oluşları, şahit olduğumuz olayların soğuk gerçekliğini biraz daha ısıtıyor. Ve her bir karakterin öyküsü tek başına anlaşılmayı bekliyor, dolayısıyla kimse salt kötü olarak ya da önemsiz bir figüran olarak kalamıyor. Hayat kadar acı, hayat kadar gerçek bir hikâye dinliyoruz Walker’ın kaleminden..
Kimlik
Geldiği ailede hem fazlasıyla ev işleri için çalıştırılan, hem de istismar edilen Celie aynı zamanda çok sevdiği kız kardeşine kıyasla ötekileştirilmektedir. Hasta bir anne, bakım ve korunma bekleyen kardeşler, öte yandan da sesini çıkaramadığı bir babanın baskısı… Celie’nin geldiği bu dünyada bir varlığı, sesi, seçim şansı veya herhangi bir hakkı yok. Ancak tüm bunların neden böyle olduğunu anlayamasa da içselleştiriyor Celie. Bu yüzden kendisine sorulmadan gerçekleşen evliliği de aynı koşullar altında devam ediyor. Yalnızca hayatta kalmaya çalışan Celie’nin kendini; aynı zamanda da kimliğini fark etmeye başlaması, Shug Avery’nin, eşi Albert tarafından eve getirilmesiyle birlikte başlıyor. Shug ise toplumun bir kesiminin ve özellikle de kendi ailesinin dışladığı, dönemin eğlence yerlerinde sahne alan, oldukça gösterişli bir kadın figür. Başlangıçta Celie’ye karşı tavrı sert gibi görünse de aynı evde geçirdikleri zaman boyunca birbirlerine yardım eder hale geliyor bu kadınlar.
“Her neyse dedim, dua edip mektuplar yazdığım Tanrı bir erkek. Tanıdığım tüm diğer erkeklerden hiçbir farkı da yok. İşe yaramaz, unutkan ve insafsız.”
Neden mor?
Celie içinden çıkamadığı yalnızlığında önce tanrıya sığınıyor. Tüm sevgisini, umutlarını ve sorularını tanrıya mektuplarında dile getiriyor. Ancak kendisine anlatılan tanrının da yaşlı, beyaz bir erkek olarak karşısına çıkması bu sığındığı inancın penceresini genişletmesine neden oluyor.
“Kutsal Kitap’ı okuyup da Tanrı’nın beyaz olmadığını düşünmek mümkün değil...”
Çevresinde gördüğü, bir parçası olduğu her şey; tüm güzellikler, mesela tarlanın yanından geçerken gördüğü mor renkli çiçekler de tanrıdan ayrı değil ona göre. Tanrının tek bir yerde, belirli koşullar altında olmadığı yönünde fikrini değiştiriyor Celie. Tabi mor renk aynı zamanda kadın hareketinin de temsil edilmesi aynı zamanda.. Celie, önce kız kardeşi Nettie’den güçlü durmayı, sonra üvey oğlunun evliliği ile ev ahalisine katılan Sofia’dan sesini çıkarmayı ve Shug’dan da kimliğine sahip çıkmayı öğreniyor. Dolayısıyla tüm hikaye boyunca kız kardeşliğin nasıl bir şey olduğuna da tanık oluyoruz.
“...İhtiyar beyaz adamdan öteye ilk adımım ağaçlar oldu. Sonra hava. Sonra kuşlar. Sonra diğer insanlar. Bir gün sessizce oturmuş annesiz bir çocuk gibi hissederken ki öyleydim, farkına vardım: O her şeyin parçası olma, hiçbir şeyden ayrı olmama hissinin. Biliyordum ki bir ağaç kesersem kolum kanayacaktı. Güldüm, ağladım ve evin etrafında koşturdum. Ne olduğunu biliyordum artık.”
Afrika
Celie çok sevdiği kız kardeşini evinden göndermek zorunda kalınca birbirlerine yazma sözü veriyorlar ve Nettie “Yaşadığım sürece seni terk etmeyeceğim!” diyor kardeşine. Ancak Nettie’den gelen mektupları Albert hiçbir zaman Celie’ye vermiyor ve Celie kardeşinin ölmüş olabileceğini düşünüyor. Shug’ın da dahil olduğu olaylar zinciri sayesince Celie tüm mektuplara bir anda kavuşuyor. Bu mektuplardan anlıyoruz ki Nettie de Celie’nin yol göstermesiyle kendisini misyonerlik yapan bir aile ile birlikte Afrika’da buluyor. Bu süreçte Nettie’nin ağzından dinlediğimiz olaylarla beraber, beyaz adamların Afrika’daki faaliyetlerini; burada yaşayan insanların yaşamlarına ve kültürlerine müdahalesini dolayısıyla da sömürgeleştirme ve köleliği nasıl da pervasızca gerçekleştirdiklerini görmüş oluyoruz.
“Ama en kötüsünü henüz anlatmamıştı. Olinkalılar artık kendi köylerinin sahibi olmadığından kira ödemek zorundalardı, kendilerinin olmayan suyu kullanabilmeleri için de su vergisi vermeleri gerekiyordu.
Köylüler kahkahalar attı önce. Gerçekten de çok saçmaydı. Onlar dünyanın başlangıcından beri buradalardı. Ama reis gülmüyordu.
Beyaz adamla savaşırız, dediler.
Ama beyaz adam yalnız değil, dedi reis. Ordusunu da getirmiş.”
Kitaptan Beyaz Perdeye..
“Renklerden Moru” (The Color Purple), orijinal ismi ile Steven Spielbierg’ün yönetmenliğinde beyaz perdeye taşınmıştır. Başrollerini Whoopi Goldberg, Margeret Avery ve Danny Glover’ın paylaştığı filmde Oprah Winfrey ise ‘Sofia’ olarak karşımıza çıkmaktadır.( Imdb: 7.8)
’85 yapımı bir film olarak; gerek hikâyenin en can alıcı cümlelerinin ekrana taşınmasıyla gerekse de iyi oyunculuklarla hayli etkileyici ve kendini izlettiren bir film. Ayrıca filmin müzikleri de dönemin ruhunu ve karakterlerin iç dünyasını yansıtmakta oldukça başarılı. Ama bana soracak olursanız yine de kitabını okumayı, dönem Amerika’sına siyah kadınların gözüyle ve mücadeleleriyle yakından tanık olmayı tercih ederim. Yani yine önceliğim satır aralarını okumak… Bir de benim hayalimdeki Celie, fiziksel özellikleri itibariyle daha çok Octavia Spencer’a benziyordu.
“Bir ses, dinleyen her şeye dedi ki, fakirim, siyahım, çirkin olabilirim, yemek de pişiremem belki. Ama buradayım.
Amin, amin.”
Kitap Ölçer Puanım: 9.0/10
*Alice Walker'a ait görsel: https://www.harpersbazaar.com/culture/features/g4201/famous-feminists-throughout-history/?epik=dj0yJnU9WXN5MkpjQUdBbTVQUzBFMnN0eFhNRU83Rm9fZHdMVVUmcD0wJm49dV9MYVdoTVBnQmtBb1V0eURwNnFpUSZ0PUFBQUFBR0RwaEhB&slide=15
** "The Colour Purple" filminden kareye ait görsel: https://www.thepioneerwoman.com/news-entertainment/a22989/my-top-32-movies-of-all-time/
Komentarze