top of page
Yazarın fotoğrafıSeçil Başcı

Biraz Tarih Biraz Romans : “Ölüyordum Geçerken Uğradım”

Güncelleme tarihi: 5 Ağu 2023

Başlarken..


Çağdaş edebiyatımıza ve yazarlarına yeterince zaman ayırmadığımı üzülerek fark ettiğim an, nereden başlamam gerektiğine dair bir boşluğa düşmüştüm. Günümüzün hızlı ve görece her şeye erişilebilir dünyasında, arada bir durup kendi zamanımı ve odağımı seçerek ilerlesem bile her şeye yetişemeyeceğimi ve yeryüzündeki pek çok güzel kitabı okuyamayacağımı kabul etmek zor oldu. Yine de bu fikre alışmak, arada bir kendime hatırlatmak rahatlatıcı oluyor. Çünkü bir taraftan kendime yeni amaçlar bularak ilerlemek beni motive ederken öte yandan yetişemiyorum hissinin huzursuzluğuna biraz daha şefkatli yaklaşmamı sağlıyor. Bu uzun mu uzun girişin ardından demem o ki; okuma deneyimime dair yeni hedefimi Türk Edebiyatı olarak açmış bulunmaktayım. Açılışı ise Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Can Gürses’in romanı ile yaptım.


Künye


Romanın kapağında bir kanepede oturmuş öpüşen iki sevgilinin siluetine bakınca bir dönem kitabı ile karşı karşıya olduğumuzu kılık kıyafetlerinden anlıyoruz. Kitabın tamamı bu sevgililerin 10 gününü kendi ağızlarından anlatmasıyla hayat buluyor. Ancak bu dünyada zaman, aşıkların algısına göre uyarlanmış bir biçimde akıyor. İkilinin hisleri, özlemleri, kavuşmaları, acıları, ayrılıkları yoğun kıvamıyla bizi sarmalarken, Türkiye yüzyılının politik, toplumsal ve tarihi olayları öznel zamandan daha hızlı akan bir sahne dekoru oluyor. Tarihsel arka plan ne kadar hızlı akıyor olsa da ne edebi derinliğinden ne de ana fikrinden bir şey kaybediyor. Yazarının ise Türkçe’nin zenginliği hususunda bir hassasiyete sahip olduğunu ilk satırdan itibaren hissediyorsunuz.


Derin Sulara Doğru


Can Gürses Ölüyordum Geçerken Uğradım Kitabı

Hikaye, şairliğini saklamak isterken ondan vazgeçemeyen Mahur ile onun kadar sanatçı olan ressam Nafiz’in karşılıklı özlem dolu bekleyişleri ve coşkulu kavuşmaları arasında gidip geliyor. Mahur, Nafiz’e olduğu kadar İstanbul’a da aşık dolayısıyla içinde ne varsa onu İstanbul’la ve onun üzerinde taşıdığı her şeyle birlikte yaşamak istiyor. Nafiz ise camdan bir dünya örmüş kendine, dışarıdan sızıntılara tahammülü yok ki konuştuğu dil bile o denli korunmuş dış dünyadan, Mahur dışında kimseye ihtiyacı yok… Her ne kadar birbirlerinden farklı olsalar da bu iki aşık, dönüp dolaşıp yine birbirlerine takılıyorlar. Ayrılıklarının ardından bir gün Mahur’un kendisini Nafiz’in kapısında bulmasıyla başlayan roman, buradan itibaren yüzyılmışçasına süren bir 10 günde geçiyor. Mahur’un toplumsal dertlere kayıtsız kalamayışları, farklılıklar içinde bir arada yaşamaya dair umutları ve çabası toplumsal hafızamızı da canlı tutuyor aynı zamanda. Bu 10 güne neler sığmıyor ki; askeri darbeler, ilk Eurovision deneyimi, 1 Mayıs Taksim kutlaması olayları, Gezi Parkı eylemleri… İstanbul’un yıllara yayılan değişimi ise tüm bunların yanına eşlikçi oluyor.

Bu süre zarfında pek çok şairden ve öykü yazarından esintiler ile şarkılardan nağmeler karakterlerle birlikte bizim de kulağımıza çalınıyor. Böylelikle ağdalı bir hikâyenin tüm edebi lezzetini tatmış olurken öte yandan da insanlığımıza dair en ortak duyguları tekrar tekrar hatırlamış oluyoruz.


Ben’ce


Kitabımı yazın ağır sıcaklarında gölgeli bir köşeye çekilip okumak niyeti ile elime almıştım. Her ne kadar beklediğimden daha fazla yolculuk içeren bir zaman dilimi geçirsem de yine de Gürses’in romanı bana istediğim inziva hissini yaşatmış oldu. Bir ağaç gölgesinin sessizliğinde veya en sevdiğim kahvecinin serin kahveleri eşliğinde beni alıp başka bir zamana götürdü. Başlangıçta gerçeküstü gelen bir romantizm ile bezeli hali beni biraz yoracak gibi olduysa da devamında kendi anlatı dünyasına beni çekerek, yer yer edebi hazlarla dolu sürprizleriyle sanatlı bir anlatının varlığına bir kez daha minnettar olmamı sağladı.






41 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page